Fizik onu ses dalgalarının yayılmasının yokluğu olarak tanımlarken, felsefi anlamda sessizlik kaçınılmaz olarak içinde geliştiği bağlama bağlıdır. İletişimin yokluğundan çok, anlam açısından zengin, aktif bir mevcudiyet olarak kavramsallaştırılır. Psikoterapide varlığı, terapötik ilişkinin ayrılmaz bir boyutunu oluşturur.
Sessizlik her türlü diyaloğun doğasında vardır ve kendisi de söylemin yapılandırılmasına izin verir. Varlığı dinlemek için gereklidir, anlamak için gereklidir ve herhangi bir konuşmada kurulan ilişkiye aracılık eder. Psikoterapide terapötik süreçte önemli bir rol oynayabilecek karmaşık bir olgudur. Özellikle bu tür bir müdahale, danışanın iç gözlemini yansıtmasını ve göstermesini sağlayacak, özerkliğini teşvik edecek, terapistin empatisini aktaracak veya desteğini gösterecek şekilde kullanılabilir. Diyalogun her yerinde mevcut olması nedeniyle ona ilgi duymak, özellikle bireyin duygusal ve ilişkisel deneyimlerini ortaya çıkarabileceğini kanıtlayabilir.
Öncelikle araştırmacı ve profesör Heidi Levitt, psikoterapiye özgü üç tür sessizliği tanımlıyor: üretken, tarafsız ve engelleyici sessizlik. Aslında üretken sessizlik dönemleri de üç kategoriye ayrılır: duygusal, ifadesel ve yansıtıcı sessizlikler. Dolayısıyla birincisi danışanda daha zengin ve yoğun bir duygusal deneyimle ilişkilendirilirken, ikincisi içsel duyguların daha iyi anlaşılmasıyla, terapötik takipte ilerleme hissi ve duyguların tanımlanmasına duyulan ilgiyle ilişkilidir; üçüncüsü ise danışanın daha zengin ve daha yoğun bir duygusal deneyimiyle ilişkilidir. Aktif bir cevap arayışına ve bireyin belirli yaşam deneyimleri arasında yeni bağlantıların ortaya çıkmasına eşlik eder.
Tarafsız sessizlikler ise günlük olarak yapılan tartışmalarda sıklıkla bulunan, bir olaya özgü ayrıntıları bulmamıza, düşünceyi yapılandırmamıza ve farklı kişilerin konuşmalarını muhataplarımızla ilişkilendirmemize olanak tanıyan sessizliklerdir. Son olarak, engelleyici tipteki sessizlikler danışanın ilgisinin kesilmesine veya dikkatin terapötik etkileşime kaymasına neden olan sessizliklerdir. Bir yandan, tartışılan konu rahatsız edici, savunmasız veya istilacı olarak deneyimlendiğinde, kişi kaçmaya çalıştığı yoğun bir duyguyla karşı karşıya kaldığında veya konunun tartışıldığına karar verdikten sonra konuşmadan ayrıldığında, kopuk duraklamalar meydana gelir. Danışanlar tartışmayı daha az tehditkar bir konuya yönlendirmek, bu zamanı yeniden odaklanmak için kullanarak duygusal sıkıntılarını azaltmak veya kendi duygusal deneyimlerinden tamamen kopmak için sessizliğe başvurabilirler. Öte yandan etkileşimsel sessizlikler, bireyin konuşmacının deneyimine ve tepkisine, seans sırasında kendisini nasıl sunduğuna veya terapötik ittifaka odaklanmasına yol açar ve kendi davranışını izlemesini veya ayarlamasını sağlayabilir. böylece ilişkiyi etkilemez. Bunlar, terapistin yaptığı müdahalenin birey tarafından yeterince anlaşılmaması, kişinin performans odaklı bir duruşa bürünerek “doğru cevabı” sağlamaya çalışması veya kişinin kendisine yönelik olumsuz duygular yaşaması durumunda da ortaya çıkabilir.
Ayrıca terapötik ilişkide sessizlik, söz konusu kuramsal yaklaşıma bağlı olarak farklı şekilde kavramsallaştırılmaktadır. Psikodinamik terapideki sessizlik anları, uygulayıcıyı intrapsişik çatışmalar, bireyin uyumsal işleyişi ve aktarım mekanizmaları hakkında bilgilendirmenin yanı sıra kişinin kendi duygusal deneyimiyle teması ve içgörü gelişimini teşvik etmeyi mümkün kılmaktadır. Hümanist psikolojide sessizliğin hatırı sayılır bir değeri vardır; terapötik ikili içinde mevcut olan öznelerarasılığı keşfetmeyi mümkün kılar ve bireye kendini açığa çıkarabileceği bir karşılama alanı sunarak bireyin özerkliğini teşvik eder. Hedeflerin daha kesin olduğu ve takibin genellikle daha kısa sürdüğü bilişsel-davranışçı terapide (BDT) daha az araştırılan sessizlik, bu durumda danışanın ilerlemesine bir engel teşkil edebilir. Aslında, BDT müdahaleleri özellikle işlevsiz kalıpların belirlenmesi, bilişsel yeniden yapılandırma ve daha uygun alternatif çözümlerin aranması ilkelerine dayanmaktadır; terapötik sürecin ilerlemesi için konuşma daha da gereklidir.
Sonuç olarak, psikoterapide sessizlik, akıllıca kullanıldığında danışanın iç dünyasının ayrıntılı bir şekilde keşfedilmesini teşvik edebilecek ve kendi deneyimlerini derinlemesine anlamalarına yardımcı olabilecek bir unsurdur. Ancak psikoterapistler, bu sessiz anların terapötik takibi üstlenen kişiye uyarlanmasını ve faydalı olmasını sağlamak için, bundan nasıl yararlanabileceklerini ve bunun nasıl karşılanacağını sorgulamalıdır.