Bir anlığına hayal edin: bir dağın zirvesindesiniz, önünüzde derin bir uçurum. Güvendesiniz, düşmeyeceksiniz — ama bir anda zihninizden tuhaf bir düşünce geçiyor: "Ya atlarsam?" Bu, bir intihar düşüncesi değil. Bilinçli bir istek ya da plan da değil. Sadece birkaç saniyelik, açıklanamaz bir iç dürtü. Fransızların “L’appel du vide” dediği bu hissi, İngilizce’de “Call of the Void” yani "boşluğun çağrısı" olarak biliyoruz.
Bu fenomen, kişinin aniden ölümcül bir eylemi hayal etmesiyle ortaya çıkar; örneğin, köprüden atlama, arabayı yoldan çıkarma veya keskin bir bıçağı eline alma düşüncesi gibi. Ancak bu, intihar eğilimiyle karıştırılmamalıdır. Psikiyatride "suicidal ideation" yani intihar düşüncesi, gerçek bir ölüm arzusu ya da planlaması içerirken, Call of the Void daha çok varoluşsal bir yankıdır — çoğu zaman sağlıklı bireylerde bile görülebilir.
Nörobilimciler bu anlık dürtüleri beynin hayatta kalma mekanizmalarının ironik bir yan etkisi olarak yorumlarlar: tehlikeyi fark edip kendini korumaya çalışırken, beyin aynı anda o tehlikenin varlığını da aktif biçimde simüle eder. İşte bu simülasyon, boşluğun o kısa ama güçlü çağrısını yaratır.
“Call of the Void”, ilk bakışta korkutucu gibi görünse de, aslında birçok sağlıklı bireyin deneyimlediği evrensel bir olgudur. 2012 yılında Florida State University'de yapılan bir araştırma (Hames et al.) bu hissin özellikle yüksek yer fenomeni (high place phenomenon) olarak tanımlandığını ve depresyon ya da intihar eğilimi olmayan bireylerde dahi sıkça gözlemlendiğini ortaya koymuştur.
Beyin, tehlike anlarını tespit ederken aynı zamanda bu tehlikenin olası sonuçlarını da düşünsel düzeyde simüle eder. Bu simülasyon, aslında bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Bir uçurum kenarında “atlarsam ne olurdu?” sorusu, çoğu zaman aslında şu anlama gelir: “Dikkatli olmalıyım, burası tehlikeli.” Yani ironi şu ki, ölüm fikriyle kısa süreli temasta bulunmak, bazen yaşama içgüdümüzü daha da güçlendirebilir.
Bu dürtüler ayrıca beynin dürtü kontrolü ile ilgili bölgeleri olan prefrontal korteks ve amigdala etkileşiminden de kaynaklanabilir. Riskli durumlarda bu bölgeler arası sinyaller hem tehlikeyi hem de "eğer yaparsam ne olurdu?" düşüncesini birlikte tetikler.
Felsefi bağlamda ise “L’appel du vide”, varoluşçulukla güçlü biçimde kesişir. Jean-Paul Sartre, Being and Nothingnessadlı eserinde bireyin mutlak özgürlükle yüzleştiğinde, bu özgürlüğün ağırlığı altında ezilebileceğini ve bunun kişide bir baş dönmesi etkisi yaratabileceğini söyler. Sartre’a göre bu baş dönmesi, aslında fiziksel değil özgürlük karşısında duyulan metafizik bir sarhoşluktur. Bir uçurumun kenarında durduğumuzda hissettiğimiz şey, aşağıya atlama arzusu değil, atlayabilecek olmanın verdiği tedirgin edici özgürlüktür.
Aynı şekilde Albert Camus, “absürd” kavramını işlerken insanın evrenin anlamsızlığına karşı verdiği tepkiyi tarif eder. Boşluk, bilinçli bireyin önünde bir anlam yokluğudur — ve void, hem mecazi hem gerçek anlamda bu anlamsızlığı temsil eder.
L’appel du vide, insan zihninin hem karmaşıklığını hem de varoluşla kurduğu hassas ilişkiyi gözler önüne seren evrensel bir deneyimdir. Bu kısa süreli dürtüler, çoğu zaman bir tehlike uyarısı ya da özgürlük karşısındaki içsel şaşkınlığın yankısıdır. Böyle hissetmek garip ya da anormal değildir — aslında, bizi canlı ve bilinçli kılan insan oluşumuzun doğal bir parçasıdır. Ancak bu düşünceler zamanla yoğunlaşır, yaşamı değersizleştiren kalıcı fikirler halini alır ya da planlı intihar düşüncelerine (suicidal ideation) dönüşürse, bu noktada profesyonel destek aramak önemlidir. Psikoterapi ve ruh sağlığı hizmetleri, kişinin bu tür düşüncelerle başa çıkmasında yol gösterici olabilir. Unutmayın: Boşluğun sizi çağırdığı anlarda bile, sizi hayata bağlayan bir iç ses vardır — ve o sesi duymak, yardım istemekle başlar.
👉 Şimdi Randevu Alın