“Çaresizlik” dediğimiz şey gerçekten yalnızca elimizin kolumuzun bağlı olduğu bir durum mudur? Yoksa daha çok, arzunun yönünü kaybettiği, sesin yankı bulmadığı, Öteki’nin artık cevap vermediği bir an mıdır? Sessizlik derinleştiğinde, dilin yetersiz kaldığı yerde bir boşluk belirir: Lacan’ın adını koyduğu eksik. Ona göre insan, dile adım attığı anda bu eksikle karşılaşır ve tam da orada arzu ortaya çıkar. Peki ya artık arzulamak da işe yaramıyorsa?
Bu yazıda, çaresizliğe Lacancı psikanaliz perspektifinden yaklaşacağız. Bir öznenin nasıl sustuğunu, neden sustuğunu ve bu suskunluğun ardında nasıl bir yapının işlediğini sorgulayacağız. Gerçek ya da kurmaca vakalar üzerinden, eksiklik, yoksunluk ve özne olmanın dayanılmaz yalnızlığına doğru birlikte bir yolculuğa çıkacağız.
Eksiklik: Dilin Açtığı Yapısal Yarık
Jacques Lacan’a göre insan eksik doğmaz; eksik hâle gelir. Bu eksiklik biyolojik değil, yapısaldır. Özne, dili kullanmaya başladığı anda dünyayla doğrudan ilişki kurma yetisini kaybeder. Artık ne istediğini tam olarak ifade edemez, çünkü dil her zaman bir şeyi eksik ya da fazlalıklı üretir. Arzu bu eksikten doğar ama onu tamamlayamaz.
Bu nedenle çaresizlik, çoğu zaman bu yapısal eksikle karşılaştığımız anlarda hissedilir. Öznenin bilinçdışı çabası bir şeyi yerli yerine oturtmaktır; ama Lacan şöyle der: “Yerinden çıkmış olan hiçbir şey geri yerine dönmez.” Yani, tamamlanma mümkün değildir — ve bu, çaresizlik duygusunun kaynağıdır.
Arzu: Eksikten Doğan Ama Hep Başka Yere Bakan
Lacan, arzuyu ihtiyaçtan ayırır. İhtiyaç karşılandığında kaybolur; açlık, susuzluk gibi. Oysa arzu, Öteki’nin alanında şekillenir. İnsan, neyi istediğini çoğu zaman bilmez; neyi istemesi gerektiğini de Öteki aracılığıyla öğrenir. Bu yüzden Lacan der ki: “Arzu, Öteki’nin arzusudur.” Özne için arzu, kendine ait olmayan bir yolda yürümektir. Öteki’nin onu nasıl gördüğü, neyi onayladığı, neyi eksik bıraktığı belirleyicidir. Arzunun yönü kaybolduğunda, ya da Öteki artık bir yanıt veremediğinde özne boşlukla yüzleşir. Bu boşluk sadece duygusal değil, varoluşsal bir çöküştür.
Öteki Sustukça: Arzunun Yönsüzleştiği Nokta
Lacan’ın “Öteki” kavramı, sadece bir insan figürünü değil, aynı zamanda dili, toplumsal kuralları ve yasa’yı da kapsar. Özne için Öteki, ilk olarak anneyle kurulan ilişkide görünür; ancak zamanla toplumsal ve kültürel yapının tamamına yayılır.
Çaresizlik, Öteki’nin artık konuşmadığı, yol göstermediği, arzuya yön vermediği o anlarda ortaya çıkar. Bu durum terapötik süreçlerde aktarımın tıkanması olarak görülebileceği gibi, gündelik hayatta “kimse beni duymuyor” hissiyle de kendini gösterebilir. Lacancı analizde bu anlar, öznenin kendi eksikliğiyle doğrudan karşılaştığı, belki de en çıplak yüzleşmelerdir.
Çaresizlik Nelere Sebep Olabilir? Vaka Analizi
Bu hikâye, İngiltere’nin Norfolk bölgesindeki Docking adlı küçük bir köyde geçiyor. Yedi yaşındaki bir çocuğun, Robert Bell Playford’un, sessizce ölümüyle son bulan bir hikâye. Yoksulluğun, sevgisizliğin ve sistematik ihmalin gölgesinde büyüyen Robert, sonunda ormana kaçıyor ve soğuktan donarak ölüyor. Ancak bu ölüm, sadece bireysel bir trajedi değil; Lacan’ın deyimiyle “simgesel düzenin dışında kalan” bir gerçekliğe, yani Gerçeke temas anıdır.
Robert’in yaşamı, daha doğmadan kırılmaya başlamıştı. Babası James Playford’un, Robert’in annesi Susan Sadler’la evliliği Robert’in doğumuyla fiilen sona ermişti. Annesi kısa bir süre sonra öldü. Robert, dayısıyla birlikte yaşarken yeniden babasının evine gönderildi. Ancak evde artık başka bir kadın, Susan Bond vardı. Kocasının önceki evliliğinden gelen çocukları istemeyen bu kadın, Robert’i açıkça dışladı. Robert, yeterince beslenmedi, şiddet gördü, okuldan kaçtı, tekrar tekrar çalıştırıldı, yoksullaştırıldı.
Lacan’ın “Öteki” kavramı tam da burada devreye girer. Çocuk için Öteki önce anne, sonra tüm toplumsal düzeni temsil eder. Robert için bu Öteki yalnızca sevgisizdi, aynı zamanda sustu: Robert’in sesini duymadı, ihtiyacını görmedi. Ve bu suskunluk içinde çocuk giderek dilde yerini kaybetti. Simgesel düzenin içinden konuşamaz hâle geldi.
Robert okulda arkadaşının yemeğini çaldığında yakalandı. Cezası aç kaldığı için değil, dile gelemediği için ağır oldu: Susturuldu, utandırıldı, yeniden işaretlendi. Mahkemede konuşmadı. Konuşamamak, Lacan’a göre, arzunun yönünü kaybettiği noktadır. Özne artık anlatamaz, çünkü anlatabileceği bir Öteki kalmamıştır.
Robert’i birkaç kez işçi evine aldılar. Orada bir nebze iyileşti, kilo aldı, mutlu oldu. Ama sonra tekrar eve gönderildi — açlık, dayak, ilgisizlik. Son kaçışı okul yolunda başladı. Ormana saklandı, üzerine titreyen bir dünya tarafından unutuldu. Bulunduğunda artık çok geçti. Vücudu zayıf, sesi çıkmaz hâlde, gözbebekleri donuktu. Doktor geldiğinde çocuk yalnızca inliyordu. O gün öğleden sonra öldü.
Ölüm soruşturması memuru açıkça yazdı: “Yetersiz beslenme, kötü muamele ve soğuk nedeniyle yaşamını kaybetti.” Ama kimse ceza almadı.
Robert’in hikâyesi, sadece yoksullukla değil, öznenin simgesel düzende yer bulamayışıyla ilgilidir. Onun eksikliği yalnızca fiziksel değildi. Arzusu duyulmadı, sözü tanınmadı, dili hiç kurulmadı. Oysa Lacan’ın dediği gibi, özne, dilin içinde doğar. Robert bu dile hiç tam olarak dahil olamadı. Belki de bu yüzden, kaybolduğu gün kimse sesini duymadı.
Belki de bugün hâlâ içimizde bir yer, Robert gibi konuşamayan, arzusunu duyuramayan, eksik kalan o çocuğun sessizliğini taşır. Çünkü çaresizlik her zaman büyük olaylarla gelmez; bazen sadece duyulmamakla başlar. Eğer siz de kendinizi sık sık susturulmuş, görülmemiş, bir “Öteki”nin bakışından yoksun kalmış hissediyorsanız, bu sessizliği birlikte anlamlandırmak mümkün olabilir. Psikanaliz, öznenin kendi diline yeniden kavuşma çabasıdır. Belki tamamlanma mümkün değildir — ama anlatmak, dinlenmek ve arzunun izini sürmek mümkündür. Birlikte konuşalım.
👉 Şimdi Randevu Alın